Transplantasyon ve Beyin Cerrahisi

Yazar:   Tarih:   Kategori: Genel Sağlık 

Cerrahi Dallarında Gelişmeler

Anestezi, asepsi ve antisepsinin verdiği rahatlık ve emniyet üzerine cerrahi fizyopatolojinin bir an-tite olarak meydana çıkarılması, sıvı-elektrolit rep-lasmanlarmın öğrenilmesi, şok fenomenininin ta­nınması ve önlemlerinin belirlenmesi, kan trans-füzyonu olanaklarının sağlanması cerrahinin hızla gelişmesini sağladı. İmmunosüpressif ajanların ge­liştirilmesi organ transplantasyonlarını yapılabilir hale getirdi.

Cerrahinin ilk problemi kanamaların durdurul­ması olmuştur. Harpte, üst üste yapılan ampütas-yonlarda yara bölgesine kızgın yağ dökülerek he-mostaz yapılıyordu. Modern cerrahinin kurucula­rından ünlü Ambroise Pare (1510-1590) harp saha­sında ameliyat yaparken, kızgın yağ tükendiği için son ampütasyonlarmda büyük damarı bağlayıp ya­rayı sıkı bandaj ile kapamıştır. Ertesi gün merak ve kaygı ile gittiği hasta koğuşunda damarı bağlanmış olan hastaların sakin bir şekilde uyuduğunu, sıcak yağ ile hemostaz yapılanların ağrı ile kıvrandıkları­nı hayretle izlemiştir. Üstelik, ikinci gruptaki asker­ler çok daha geç iyileşmişlerdir. Böylece kanama­nın kontrol altına alınabilmesi için damarların bağ­lanması Ambroise Pare’ye borçluyuz.

Bu tarihsel gelişme içinde sonra ne oldu? Bir kısmı çıkarılan organların dikilmesi, ağızlaştırılma-sı (anastomoz) problemleri ortaya çıktı. 19. asrın ikinci yarısında Pariste Lembert, köpeklerin iç or­ganlarında yara iyileşmesi şartlarını ve evrelerini araştırdı. İyileşmenin organın seroza yüzünde ol­duğu meydana çıktı. Barsakların seroza yüzleri karşı karşıya getirelecek şekilde, yani yüzeyleri içe dönük olarak, dikilmesi durumunda daha ilk saat­lerden itibaren anastomoz yüzeyi fibrin ile örtülü­yor ve iyileşme işlevi başlıyordu. Hatta, yalnız se­roza tabakalarının karşılaştırılıp dikilmesi bile ye­terli oluyordu. Karın cerrahisinin öncü­sü olan bu dikişler bulunmasaydı cerrahide geliş­meler çok ileri tarihlerde gerçekleşecekti. Ancak günümüzde, yeterli hemostaz sağlayabilmek ama­cıyla birkaç kat dikiş konmaktadır. Daha gelişmiş olarak halen kullanılan dikiş zımbaları da bu pren­sipler dikkate alınarak hazırlanmıştır.

Karın Cerrahisi

VVolffler 1881’de ilk defa mide ile jejunum’u ağızlaştırdı (Gastroenterostomi). Mide kanseri ne­deniyle yaptığı bu ameliyatı kendi çizdiği resimler­le neşretti (Şekil 1/8). Şüphesiz bu başarı Lem-bert’in çalışmaları sayesinde gerçekleşmiştir. Önce­liğini VVölffler’in yaptığı mide ameliyatları bütün dünyada ünlü cerrah T. Billroth’un adı ile anılır. Zi­ra Bilroth aynı yıl kanserli midenin yarısını çıkart­mış “mide rezeksiyonu” ameliyatları asrın karın cerrahisinin ana temasını oluşturmuştur. Bu ünlü cerrah 64 yaşında öldüğü zaman eşine geçinecek kadar miras bırakmamıştır. İmparator Franz Joseph nafaka bağlattı. Bu durum, bilim adamları için günümüze kadar geçerliliğini korumuştur.

Avrüpada bu gelişmeler olurken Boston’da Re-ginald Hebert Fitz bir yıl içinde “Peritiflit” tanısı ile ölen 250 hastanın otopsilerini inceledi. Peritiflit, çe-kum etrafının yanışı olarak biliniyordu. Fitz, bu çalışmaları ile asıl enfeksiyon odağının appendiks ol­duğunu saptadı (1889). Önce VVilliam ve Mayo kar­deşler bu abseyi drene ettiler; apandiksi ilk çıkar­tan Mc Burney oldu. Günümüzde Mc Burney apan­disitte özel ağrılı noktası ile ve apansisektomi en-sizyonu ile anılır. Uzun tartışmalardan sonra “Apandisit” Amerikada kesin bir hastalık antitesi olarak tanımlandı. Avrüpada cerrahlar, anestezinin gelişmesi ile ortaya çıkan Amerikan ekolünün üs­tünlüğünden rahatsız ve tedirgin idiler. Apandisit tanısını kabul etmekte direndiler. Bu durum, 60 se­ne iktidarda kalan kraliçe Victoria’dan sonra, 1902 yılında 7. Edward’m taç giyme törenine kadar sür­dü. 26 Haziran 1902’de yapılacak görkemli törene bütün dünya ülkeleri hazırlanırken 14 Haziran’da Edward hastalandı, kaçmılamaz olarak “Peritiflit” tanısı kondu ve sarayında ameliyat edildi. Ameli­yattan sonra olayın “Apandisit” olduğu kanıtlandı. Taç giyme töreni 4 Ağustos’ta yapıldı. Bu olaydan sonra Avrupalı hekimler cerrahi öğrenmek için Amerikaya gitmeye başlamışlardır.

Beyin Cerrahisi

Nöroşirurjinin başlaması ve gelişmesi çok daha zor ve yavaş olmuştur. Damarların beyin dokusu ile iç içe olması, beyinin kemikle kaplı dar bir boş­luk içine yerleşmiş olması ve yüksek mortalite riski beyin cerrahisinin gelişmesini çok zorluyordu.

Harvey Cushing birgün gittiği sirkte dünyanın en çirkin kadını olarak teşhir edilen ve görmesi çok azalmış bir kişi gördü. Yaşadığı sirk vagonunda gençliğinde çektirdiği resimleri incelediğinde vak­tiyle güzel bir kadın olduğunu, zaman zaman çok şiddetli baş ağrıları krizi geçirdiğini öğrendi; hipo-fiz tümörü tanısı koydu.
Bu tanı Cushing’i kafatası içinde ameliyat yap­ma olanakları aramaya yönlendirdi. Kanamayı durdurmak için, aynen antik çağlarda olduğu gibi, ısı kullanmayı düşündü. Kızgın demir veya yağ kullanma olanağı yoktu; yerine “termokoter”i bul­du. Sonradan geliştirilen elektrokoter veya laser ile koterizasyon cerrahinin bütün branşlarında başarı ile kullanıldı; dönüm noktası oldu.

Ülkemizde nöroşirurjinin öncülüğünü Dr. Ha­mi Dilek, Prof. Dr. Feyyaz Berkay ve Prof. Dr. Bü­lent Tarcan yaptılar.

Plevra boşluğu açıldığında, o boşlukta olan ne­gatif basınç ortadan kalkıyor, akciğer kollabe olu­yor ve hasta solunum-dolaşım yetmezliğinden ölü­yordu. Sauerbruch köpekleri negatif basınç odasın­da ameliyat etmeyi denedi. Aynı işlem Münih’te insanlara da uygulandı.

Bu konuda radikal çözüm yine anestezistlerden geldi. Anestezi yapılan hastanın trakea’sına bir tüb yerleştirdiler. Bu tüb yolundan, kapalı bir sistemde anestezik madde ile karıştırılmış oksijeni bir balo­nun sıkılması yardımı ile (pozitif basınçlı solunum) hastada solunumu ve anesteziyi sağladılar. Kurar gibi etkili kas gevşeticiler burada çok işe yaradı. Kontrollü solunum yöntemi ilk defa 1940’da Gu-edel ve M. Nosworthy tartından Londra St. Tho-mas hastanesinde uygulandı ve yayınlandı. Hasta­yı negatif basınç odasına koymak yerine geçen bu pratik çözümden sonra akciğer, özofagus ve kalp ameliyatları karın ameliyatları kadar kolaylıkla ya­pılır oldu.
Ülkemizde toraks cerrahisinin öncülüğünü Prof. Dr. Siyami Ersek yapmıştır. Heybeliada ve Uludağ Sanatoryumlarmdaki çalışmalarından son­ra 1962’de bugün Kadıköyde adını taşıyan merkezi kurdu ve akciğerden sonra kalp cerrahisini de yer­leştirdi. Prof. Nihat Dorken Cerrahpaşa I. Cerrahi kliniğinde onu izledi ve Prof. Dr. Süleyman Dirva-na (Çapa’da) transtorakal özofagus cerrahisinin ön­cüsü oldu.

Asrımızın ortalarında fleksibl endoskopların bulunması, bütün vücut boşluklarına kolayca varı-labilmesini sağladı (Forestier 1952). B. Hirscho-witz’in fiberoptik endoskopu bulması, mikro enst­rümanların ilavesi ve elektrokoter ile hemostaz im­kanlarının sağlanması sayesinde (Cushing’i hatırla­yın) aletle ameliyat dönemine girildi. 1982’de en-doskoplar ile gerçekleştirilmiş cerrahiye apandi-sektomi sonuçlarını yayınladı. Bu olay cerrahide bir devrim niteliği taşımaktaydı. Bu girişim yönte­mi Amerika yolu ile dünyaya yayıldı. Japon yapım­cıların aletleri geliştirmelerinin sağladığı katkılar ile ve videonun eklenmesiyle video-endoskopi oluştu. Günümüzde cerrahın eli hastaya değmeden birçok ameliyat yapılabilmektedir. Klasik cerrahi yöntemlerini giderek esir eden bir alternatif, bir patlama oluverdi.

Memleketimizde, Fransadaki uygulamalardan dört yıl sonra, ilk defa sosyal sigortalar hastanesin­de Prof. Dr. Ergun Yöney tarafından endoskopik kolesistektomi yapıldı. Aynı yıl İstanbul Tıp Fakül­tesinde (Çapa) Prof. Dr. Cavit Avcı tarafından bu konuda eğitim veren bir ünite kuruldu.

Transplantasyon Cerrahisi

Diş, kemik, kan tendon gibi ototransplantasyon-lar gözününe alınmazsa ilk gerçek organ transplan­tasyon denemeleri böbreklerde olmuştur. Organın çift oluşu (aileden donör bulma olanağı) ve cerrahi tekniğin kolaylığı gelişmeleri sağlamıştır. 1950’li yıllarda 9 alıcıya ölüden böbrek transplantasyonu yapıldı. Başarısızlıkla sonuçlandı; zira, immüno-supresyon ilaçları yoktu. Önce, J. E Murray ve eki­bi tek yumurta ikizlerinde başarılı böbrek transp­lantasyonları gerçekleştirdiler. Böylece transplan­tasyon dönemi açılmış oldu. Kırk yıl süren çalışma­ları nedeniyle Murray’a 1990 da Nobel ödülü veril­di. Starzl, Murray’m çalışmalarına dayanarak böb­rek transplantasyonlarını yaygmlaştırdı (1963) ve onu karaciğer transplantasyonları izledi (1967).

İlk kalp transplantasyonu Güney Afrikada C. Barnard tarafından yapıldı. Esasında, J. D. Hardy 1964 yılında 68 yaşında bir hastaya kalp transplan­tasyonu gerçekleştirmişti. Transplante edilen kalp bir maymundan alınmıştı (kilise ve kamuoyu o tarihlerde insan kalbinin naklini önlüyordu). Trans­plantasyon başarılı oldu, ama hasta 18 saat sonra kaybedildi. Maymunun kalbi yetmemişti. Shinto inancı, ölen kişilerin organlarının tam olarak gö­mülmesini emrettiğinden, Japonyada transplantas­yon cerrahisi yapılamıyor.

Bertolucci’nin “Son imparator” filminde, hadım edilmiş olan saray hizmetlilerinin iki elinde göğüs­lerine bastırdıkları kavanozu taşıyarak sarayı ter-kettiklerini görürüz. Bu kavanoz içinde hadım edil­miş organlarını, öldüklerinde beraber gömülmek üzere yanlarında götürmektedirler. Aynı şekilde, eski Mısır’da mumyaların iç organları özel kava­nozlar içinde korunup mumya ile beraber ölüm odasında saklanır (Kahire ve Londra müzelerin­den).

Oysa, dünyanın birçok yerinde birden fazla or­gan transplante edilmiş kişiler dolaşmaktadır. Gü­nümüzde sorun, artık verici bulmaya, ya da yapay organlar araştırmaya dönüşmüştür. Bizde transp­lantasyonlar konusunda Ankarada Prof. Dr. Habe-ral ve İstanbulda Prof. Dr. Eldegez ekipleri öncülük etmektedirler.

Transplantasyon ve Beyin Cerrahisi adlı konuya yorum yapmak ister misin? Etiketler

*

*

Yorum yapmak ister misin?

Acilservis.pro - Hakaret, imla kurallarına uymayan ve konu ile alakasız yorumlar kesinlikle onaylanmayacaktır.